Salgın Hastalıklar ve Bağışıklık Sistemimiz :
Bugün belkide bağışıklık hastalık bilimi ” iki uçlu bir kılıç ” benzetmesiyle ifade edildiği gibi bağışıklığın kendini dışardaki yabancılara karşı korurken diğer yandan da kendine saldırıda bulunabilmesinden bir alt bilim dalı olarak karşımıza çıkıyor.
İlk önce tarihe kısa bir dönüş yapalım. Geçmişte cüzzam , çiçek , veba , kolera , verem , frengi gibi hastalıklar insanlık tarihinde yıkıcı , derin izler bıraktı. halk arasında kaos’a neden oldu. Daha sonra halk inanışından , siyasetten bilime birçok alanda büyük gelişmeler yaşandı.
Ortaçağ yıllarında veba ile boğuşan avrupa umutsuzluk içindeydi. Astroloji ve büyücülük yaygınlaştı. ve 15 ve 16. yüzyıllarda ortaya çıkan Rönesans bilim ve sanatta büyük gelişmelerin önemli bir kaynağı oldu. Reform hareketleri sonrası insanlık dar görüşlülük , doğaüstü inanışları bırakmış bilimin rehberliğinde hareket etmeye başlamıştı.
17 ve 18. yüzyıllarda bu hastalıklar halen devam ediyordu. 19. yüzyılda ise mikroorganizmaların keşfiyle birlikte önemli gelişmeler yaşandı.
Ülkemizdeki ilk aşılama uygulamaları :
İngiltere’de aristokrat bir ailenin , kızı lady Mary çiçeğe yakalanmış cildi epey zarar görmeye başlamıştı. Mary 1770’lerde istanbula ingiltere büyük elçisi olarak atanmış ve ülkemizdeki aşılama tekniği onu epey etkilemişti. Uygulama şöyleydi çiçeğe yakalanan bir hastanın yaş ya da kurumuş halde olan kesecikleri kurutulup toz haline getiriliyor. Daha sonra çizilmiş deriye uygulanıyordu. ( aşılama / engrafting ) Bu uygulama ile hastalardan bir kısmı ölse de diğerleri iyileşip , ömür boyu bu hastalığa karşı dirençli oluyordu.
İngiliz bilim adamı Edward Jenner’ın bu yöntem üzerine araştırmaları devam ediyordu. ülkemizde uygulanan bu yöntemi oda uygulamıştı. 1796 yılında bir çiftlikte inek çiçeğine yakalanan sütçü bir kızın elinde çıkan kabarcıklardaki irini toplayıp , 8 yaşındaki bir başka çocuğa uyguladı. Çocuk bir hafta sonra ateşlendi ama vücudunda kabarcıklar oluşmadı. Bu defa yedi hafta sonra da diğer koluna insan çiçeği geçiren bir hastadan aldığı taze irini uyguladı. Çocuk hastalanmamıştı. inek virüsünün onda yarattığı bağışıklık onu insan virüsüne karşı korumuştu.
Anadoludaki aşılama yöntemi üzerine onunda bir takım araştırmalarıyla katkıda bulunduğu bu yöntem her ne kadar başarılı olsa da , İngiliz doktorları tarafından değer görmemiş , dışlanmıştı. Ancak birkaç yıl sonra uygulamaya nihayetinde geçmişti.
20. yüzyıldan itibarende aşılama büyük yol kat etmişti. Sonrasında Mikrobiyoloji biliminin doğması sayesinde hastalıkların bir şeytan , tanrı ya da şans eseri ortaya çıkma düşüncesi yıkılarak , çıplak gözle göremediğimiz bakteri , fungus , parazit gibi minicanlıların sebebiyet verdiği anlaşılmıştı.
Bu anlamda katkıda bulunan önemli bilim insanları : İbni Sina , Akşemsettin ve Girolamo Fracastoro’dur. Onlar sayesinde hastalıkların mikroplarla ilişkisi olduğu ortaya çıkarılmıştır. Deneysel olarakta louis Pasteur ve Robert Koch tarafından kanıtlanmıştır.
Hastalıkların tedavisinde devrim yaratacak asıl son nokta anti-toksinlerin keşfedilmesi oldu.1890 yılında Robert Koch’un laboratuvarında Emil von behring ve Shibasaburo kıtasato adında iki genç vardı. Bu gençler öyle bir çalışma yapmışlardı ki bu sayede bilim dünyasına büyük ses getirmişlerdi.
Yaptıkları deney şöyleydi : Şu tetanos aşılarını aklımıza getirelim. Vücudumuza değdiğinde hastalığa sebep olan hani. O yıllarda da halk tarafından kazıklı ateş olarak isimlendirilen bu hastalık tetanos mikrobundan kaynaklanıyordu. Bu mikrop vücudun yaralanmış bölgesinden girip hastalığa yol açıyordu. O zamanlarda da araştırmacılar bunun üzerinde çalışıyordu.
Araştırmacılar bir tavşana az miktarda tetanoz vermiş ve tavşanın bağışıklık sistemi savaştığı için hastalık belirtisi görülmemiş. Sonra ekip bu tavşanın serum denilen kan sıvısını alıp bir tüp içinde tetanos toksini ( tetanos mikrobunun yarattığı zararlı madde ) ile karıştırmış. ve bu zararlı maddenin etkisinin yok olduğunu fark etmiş. Üstelik bağışıklığın mikroba karşı savaş verdiği bu bağışık serumu sıvısı , yüksek dozda tetanos mikrobunun zararlı maddesini taşıyan bir tavşana verildiğinde hayatını kurtarmış.
Peki bağışıksal hoşgörü ya giderse ; Iki Yanı Keskin Bir Kılıç
Bir yandan salgın hastalıklarda bağışıklığımızın bizi koruduğunu düşünürken diğer taraftan da günümüzde de olduğu gibi bağışıklığın kendi vücudumuzda bir parçaya zarar vereceğini düşünmek çok tuhaftı. Bağışıklık bilimcileri için de öyleydi. Kabullenmeleri zaman almıştı. Dışa karşı sistemli çalışan bu yapı kendine zararlı olabiliyordu. İlk satırda sizlere bahsettiğimiz gibi bu yüzden bugün bağışıklık hastalık bilimi ana bilim dalı olarak karşımıza çıkıyor.
Şimdi öz bağışıksal hastalıkların ortaya çıkışına dek neler yaşandığına değineceğiz.
Bağışık bilimin’de bilim adamı Paul Ehrlich, yaptığı bir deneyle bir insan vücudunun başka bir vücuddan olan yabancı bir parçayı kabul etmezken kendi vücudundan olanı hoşgörüyle karşıladığını fark eder.
Ehrlick , yaptığı bir deneyde keçiden bir kan almış ve bu kanı başka bir keçiye vermiş. Verdiği keçinin kanında antikor var mı diye bakmış. ve antikor ürettiğini fark etmiş. Ehrlick daha sonra keçinin kendi alyuvarlarını kendisine vermiş ve onun kendi öz alyuvarlarına antikor üretmediğini görmüş. Bunu birkaç kez tekrarlamış yine aynısı olmuş. Peki neden bir canlı başkasına antikor üretiyorken kendisine üretmiyordu ? Ehrlick daha sonra yaptığı bu deneyler sonucu elde ettiği bulguları ” Özünü Zehirleme Korkusu Kuramı ”( Horor autotoxicus ) ile açıklamış.
” Bir canlının kendine zarar verecek bir antikoru yapmaya karşı doğal bir isteksizliği /direnci vardır ” diye düşünmüş. Vücut kendi dokusuna karşı gelse bu kötü olabilir. Astım gibi hastalıklarda görüldüğü gibi aşırıduyarlılık tepkileri onu haklı çıkarmış. Onun bu kuramı bağışıklık bilimi dünyasının temeline bir taş gibi oturmuş. Onun üzerine gelecek varsayımlar , teoriler onunla kıyaslanacaktı.
Geriye diğer bir soru kalıyordu ? Bağışıklık sistemi kendini ve yabancıyı nasıl tanıyor nasıl ayırt ediyordu ? Kendine karşı antikor yapmaktan nasıl kaçınıyordu ? Bu bilgi genlerimizde bulunuyor muydu ? Bu gibi sorulara cevaplar da Ran Ower’dan gelmişti.
İkiz Danalar Olayı : ( Freemartin Olayı )
Diğer bir bilimci Owen’ın kan grupları üzerinde yaptığı deneyler bağışıklık bilimine büyük ses getirdi. Owen bu deneylerinde ikiz danaları kullandı. ( Özellikler : normalde çift yumurta ikizleri anne karnında iki farklı döleşi ( plasenta ) kullanır. İkiz danalar ise tek bir döleşinden beslenir. ) Owen bunların kan grupları üzerinde araştırma yaparken ,ilginç bir gözlemde bulundu. Bu danalar birbirlerinin alyuvarlarına karşı antikor yapmıyorlardı. Bu, farklı genetiğe sahip çift yumurta ikizleri olmalarına karşın anne karnında tek bir döleşeni paylaşmış olmalarındandı. İkizlerin kanı , dölyatağında (uterus ) birbirine karışıyordu. Yani kanlarında iki farklı kan hücresi taşıyorlardı. Bu yüzden karışık hücreli hayvanlardı. Demek ki danalar genetikleri farklı olsa da birbirlerinin kanını yabancı değil kendi kanı gibi algılıyordu. Bunun nedeni bağışıklık sisteminin doğumdan önce ne görürse onu kendi özü gibi benimsemesi olabilirdi.
Önemli not : Bağışıklık sistemleri saldırmamayı , hoşgörü ( tolerans ) göstermeyi öğreniyordu.
Bu olay kısmen insanlarda da görülmüştür. Owen’ın yaptığı bu deneyler yapılan diğer hayvan deneyleriyle doğru olduğunu göstermiştir. Bu durum ” Bağışıksal Hoşgörü Kuramı ” şeklinde kabul edilmiştir. Yapılan sıçan ve fare deneyleriyle de buna örnek vermemiz mümkündür. Bu deneyler yeni doğan fare yavrusuna sıçan kanı verildiğinde ona karşı hoşgörülü olup , tepkide bulunmadığını ortaya koymuştur. Böyle bir fareye sıçandan deri yaması yaptığınızı bir düşünün. Yaşam boyu hayatta kalabilir.
Burnet ve Medawar :
Owen’ın bu fikri bağışıklığı baskılayıp organ nakli yapmanın yolunu açtı. Burnet ve Medawar’ın böbrek aktarım çalışmaları başarılı örnekler sayıldı.
Medawar harpte derileri yanıp parçalanan askerlerin tedavisi için çalışıyordu. Yanık derinin üzerini örtmek için bir başka hastadan aldığı deriyle yama yapıyordu. ve üzerini kapatıyordu. Başkalarından bulamayınca da kişinin kendi derisinden elde ediyordu. Yabancı yamanın deriden hızlı bir şekilde atıldığını fark edince bağışıklık bilimiyle ilgilenmeye başladı. Bir deneyde gebe bir farenin doğan yavrularına başka bir fareden yaptığı yamayı nakletti. ve vücutlarının bu yamayı reddetmediğini fark etti.
Tüm bunlar incelendiğinde dikkat çeken bir noktada insanın kendi hücre ve dokusuna hoşgörüyle doğmasıydı.
Susumu Tonegawa :
Susumu , dışardaki bunca maddeye nasıl bu kadar antikor yapabildiğimizi ve nasıl vücudumuzun bunu yapacak güçte olduğunu açıklayan önemli bilim insanlarından biri olmuştur. Kendisi antikorların ne kadar çeşitli ve zengin olduklarını açıklamıştır.
Witepsky ve Rose :
Bağışıklık bilimine ilgisi olan tıp öğrencisi Rose 1930’larda yapılan maymun deneylerinden esinlenir. Normal tavşanlara , normal tiroit bezi hormonu ( tiroglubin ) enjekte eder. Normal durumda hiçbir vücut tiroglobulin’i yabancı saymaz. Ama tavşanlarda bağışık tepkisi , tiroit yangısı olmuştur. Bu bulgular ışığında Rose ve Witepsky, normal , vücuddan olan birşeye karşı bağışıklık yanıtı olabileceğini bu nedenle de özbağışıklık hastalığı olabileceğini savunurlar.
İlk Özbağışıklık Hastalığının Keşfi :
Japon doktor , Hakaru Hashimato , 1912 yıllarında özellikle kadınlarda görülen ve şu anda da onun adıyla anılan bir tiroit hastalığından bahsetmişti. Hastalıkta tiroit bezine karşı hem antikor aracılı hemde hücresel bağışıksal tepkiler oluyordu. Normal , zararsız olan tiroglobulin molekülü nasıl oluyorda birden yabancı gibi algılanıyordu ? Bunun gibi hastalıklarda bir virüs ya da benzeri enfeksiyonların rolü olduğu düşünülüyor.
1960’lara gelindiğinde ise günümüzde rastladığımız birçok özbağışıksal hastalıklar tanımlanıyor.
Tip 1 diyabet
Lupus
Astım
Otizim
Romatoid Artrit
Ankilosing Spondolitis ( AS )
Hashimota Hastalığı
Çölyak
Bunlardan bazılarıdır.
ve Tip 1 Diyabet :
Pankreas’ın adacık hücrelerinde insülin üreten beta hücreleri hasar görür bu durumdan dolayı hastalarda insülin üretimi ortadan kalkar.
Tip 1 diyabet gibi hastalıklarda görülen bir özellikte HLA-B8 , HLA-BW15 , HLA-DR3 , HLA-DR4 denilen doku gruplarının yüksek olmasıdır. İnsanlarda yapılan bir çalışma’da kabakulak , kızamıkçık ve koksaki virüsü arasından koksaki virüsü B4 ‘ün salgınlarından sonra tip 1 diyabet oranının arttığı saptanmıştır. Bu gibi virüslere karşı bağışıklığın oluşturduğu antikorların beta hücrelerinin ortak yapıları ile etkileşerek onlara zarar verdiği düşünülüyor.
Yazıyı Goethe’nin çok değerli bir sözüyle kapatalım ” Bilim ve sanat tüm dünyaya aittir, onların önünde milliyetçilik sınırları yoktur ”
Kaynak :
A. Ş. ŞEFİK : Bağışıklığı Anlamak , ( Nobel Tıp Kitapevleri ) , istanbul 2018